“Koşullar değişebilir ancak mücadelenin kendisini ortadan kaldıramazsınız. Milletler ve devletler sürekli bir seçilim sürecine tabidir.” – – Max Weber, 1895
Max Weber, açılış dersinde yukarıdaki cümleleri kurarken henüz 30’lu yaşların başında genç bir akademisyendi. Aradan geçen kısa süre zarfında, sadece Almanya’nın değil, tüm dünyanın tanıdığı bir bilinirliğe kavuşacak ve sosyolojinin kurucu babalarından biri olarak anılacaktı.
Eğitim hayatına Heidelberg Üniversitesi’nde başlayan Weber, hukuk bölümünü tamamladıktan sonra iktisat bilimine olan merakı nedeniyle doktora çalışmasını bu alanda yaptı ve tarım ekonomisi alanında uzmanlaştı. Bu süre zarfında, Polonya’dan Doğu Almanya’ya gelen tarım işçilerinin ucuz işgücü piyasası yarattığı ve bu nedenle yerli (Alman) çiftçileri çeşitli Alman kentlerine göçe zorladığını belirten araştırma raporu akademik çevrelerde büyük ses getirdi.
Max Weber ve Uluslararası Siyaset
Weber söz konusu raporu hazırladığı sırada, Almanya şansölyesi Otto von Bismarck ülkeyi Kıta Avrupası’nda bir bölgesel güç haline getirme çabası içindeydi. Bismarck, Avrupa’nın kırılgan siyasi haritasında “güç dengesi” kavramına inanıyor; Avusturya, İtalya ve Rusya ile kurduğu ittifaklar sistemi aracılığıyla Almanya’yı olası büyük bir savaşta korumayı amaçlıyordu.
Öte yandan Weber de güç dengesi kavramına inanıyor, ancak konuya Bismarck penceresinden bakmadığı gibi, onun yönetim anlayışından da pek hazzetmiyordu. Weber her şeyden evvel siyaseti sonsuz mücadele alanı olarak tanımlıyordu. Dolayısıyla uluslararası siyasete bakışı da aynı şekildeydi. Weber, öncelikle iç siyasette devleti ilerici bir güç olarak görüyordu. Bismarck’tan farklı olarak, Alman devletine dış siyasette tamamen farklı bir rol biçen Weber, hızla sanayileşen Almanya’nın emperyal güç olmasını ve ülkenin sömürge yarışında üstün olmasını savunuyordu. [1]
Weber’in bu düşüncesinin temelinde ise büyük güç siyaseti (great power politics) anlayışı yatmaktaydı. Ona göre savaşın temel nedeni, devletler arasındaki güç ve prestij mücadelesi olmakla birlikte, büyük güçler arasındaki rekabet, uluslararası ilişkilere irrasyonel bir unsur ekleyerek gerginlikleri, silahlanmayı ve çatışmaları arttırmaktaydı.
Bu noktada Weber, bir adım ileri giderek, başta Polonya, Ukrayna, Danimarka ve İsviçre gibi küçük ülkelerin ve milletlerin hayatta kalması için Almanya’nın uluslararası sorumluluğuna dikkat çekti ve Avrupa (Uluslararası) Toplumu kavramını savundu. [2] Bir başka deyişle, Almanya rasyonel hareket ederek bu devletlerle dayanışma içinde olmalı ve Avrupa değerler sistemi adına bu ülkelerin kültürünü desteklemekteydi. Böylece Weber, güce etik bir sorumluluk atfederek uluslararası ilişkilerde yeni bir perspektife kapı aralamış, bu perspektif yıllar sonra “ahlaki sorumluluk” adıyla norm haline getirilerek Hedley Bull ve Martin Wight tarafından kurulan İngiliz Okulu yaklaşımına esin kaynağı olmuştur.
Max Weber ve Devlet
Şunu özellikle belirtmek gerek: Max Weber elbet bir uluslararası ilişkiler teorisyeni değildi ancak engin tarih, ekonomi ve sosyoloji bilgisini, son derece özgün analitik kategorilerle bir devlet kuramına dönüştürerek sosyal bilimler alanına unutulmaz bir damga vurdu.
Devletin rolünü merkeze alacak şekilde, devlet-uluslararası düzen, devlet-bürokrasi, devlet-otorite ve devlet-kapitalizm gibi çeşitli dikotomiler yaratan Weber, dünya üzerindeki farklı kültür ve değerler sistemini de analiz düzeyine dahil etti ve neticede Doğu-Batı tipi devlet ayrımını tarihselleştirdi/kavramsallaştırdı.
Weber’in kavramsal zenginliği bir yana, bu yazının sonunda faydalanacağımız devlet tanımı bugün hala siyaset bilimine giriş derslerinde okutulmaktadır: “Devlet: belirli bir coğrafya üzerinde şiddet kullanma tekelini meşru biçimde elinde bulunduran insan topluluğu.”
Devlet, Bürokrasi ve Kapitalizm
Weber’in, devletin meşru şiddet kullanma tekeline sahip tek örgüt olduğunu belirten bu tanımı, aynı zamanda devlet egemenliği kavramını da anlaşılır kılmaktadır. Nitekim, Weber’e göre egemenlik ilişkisinin ayırt edici kriteri, belirli bir ölçüde gönüllü kabuldür. Yani itaatte (ister gizli teşviklerle ister gerçek kabule dayansın) bir çıkarın bulunmasıdır. [3] Toplumsal çıkar olarak özetlenebilecek bu durum ise kuşkusuz devlet otoritesi tarafından korunmaktadır.
Weber, devletin bir bakıma tarihsel karakterini ortaya koyan ve toplumların yönetim biçimini anlamamızı sağlayan otorite türlerini 3 farklı kategoride ele almıştır: a) Geleneksel Otorite, b) Karizmatik Otorite, c) Yasal-Ussal/Rasyonel Otorite.
Geleneksel otorite, geçmişten gelen köklü alışkanlıklar ve geleneklere dayanır; genellikle monarşi gibi sistemlerde görülür. Karizmatik otorite, liderin kişisel cazibesi, kahramanlığı ya da ilham verici özelliklerinden kaynaklanır ve çoğunlukla olağanüstü koşullar ya da savaş zamanında devrimci bir karakter olarak karşımıza çıkar. Yasal-ussal otorite ise yazılı kurallara, yasalara ve bürokratik yapıya dayanır; modern devletler ve kurumlar bu otorite türüyle yönetilmektedir. Son olarak, Weber farklı toplumsal yapı ve dönemlerde bu otorite biçimlerinin değişebildiğini ifade etmiştir.
Burada yasal-ussal otoriteye özel bir parantez açmak gerekmektedir. Zira Weber, tarihsel kapitalizmin ortaya çıkışını bu otorite biçimi çerçevesinde incelemiş, bürokrasi ve kapitalizm arasındaki ilişkiyi derinlemesine irdelemiştir. Ona göre, bürokratik yapılanmanın hiyerarşik bir düzen içinde oluşturulması, idari görev ve yetki alanlarının açık bir şekilde tanımlanması ve ilgili görevlerin katı/sistematik bir disipline tabi olması gibi temel faktörler, aynı zamanda ussal/rasyonel otorite kurmakla eşdeğerdir. Bir başka deyişle, bürokratik görevlilerin istihdamıyla oluşan bu saf tür, aynı zamanda bürokrasi içindeki en üst düzey yöneticinin de yasal yetki/görevlerini tanımladığı için tam anlamıyla bir devlet olma halini temsil eder.
Dolayısıyla böyle bir devlet içinde gelişen bürokratik rasyonalite, piyasada işgücü ve üretimin de rasyonel örgütlenmesini sağlamış, nihai olarak kapitalizmin gelişimine de imkân tanımıştır. Weber, işte bu noktada kültür boyutunu analizine dahil etmiş, Katolik ve Protestan ahlakının ekonomik davranışlar üzerindeki etkisini karşılaştırmalı olarak ele almıştır. 1920 yılında yayınladığı “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” adlı eseri, 16. ve 17. Yüzyıllarda Protestanların çileciliği, çalışma disiplini ve servet birikimini önemseyen çeşitli kültürel özellikleri nedeniyle diğer kapitalist üretim tarzlarından ayrışarak, sermaye birikim sürecine rasyonalite kazandırdığını ve kapitalizmin ruhunu şekillendirdiğini öne sürmüştür.
Max Weber ile Suriye’yi Okumak
Suriye’de 61 yıllık Baas Rejimi geçtiğimiz haftalarda devrildi. Bir başka deyişle, farklı dini/kültürel kimlikleri uzun yıllar baskıyla yöneten Beşar Esad yönetimi artık son buldu. Rejim güçlerine karşı verdiği savaştan galip çıkan Muhammed el-Colani ya da yeni adıyla Ahmed eş-Şara liderliğindeki Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) örgütü, şu an Suriye’deki geçiş dönemini yönetiyor.
Bu bölümün temel amacı ise, Weber çözümlemesiyle Suriye’nin geçmişi ve muhtemel geleceğine dair fikir yürütmek ve çeşitli sorularla tartışmak. Bunu maddeler halinde ifade etmek gerekirse:
Weber perspektifiyle, Suriye’nin, büyük güç siyaseti ya da (Fransa-İngiltere) emperyal rekabetin bir sonucu olarak ortaya çıktığını söylemek mümkün. Öte yandan, Osmanlı sonrası Ortadoğu siyasi haritasının büyük ölçüde emperyal güçler tarafından çizildiği hesaba katılırsa, bölgede neden tıpkı Avrupa’daki gibi, Arap (Uluslararası) Toplumu oluşmadığı sorusu anlam kazanmaktadır.
Tarihsel olarak böyle bir uluslararası toplumun var olduğu varsayılırsa, Suriye ve diğer Arap devletleri arasında güç siyasetinin yerini iş birliği ve ortaklık alabilir miydi? Bu durumda, 2003 Irak İşgali ve 2011 Arap Baharı yaşanır mıydı?
Arap kimliği altında ortak kültür ve değerlere dayalı bir uluslararası toplum varsayımıyla, Suriye’de mezhep savaşları veya dış müdahalelerin gerçekleşmesi mümkün olur muydu? Böyle bir senaryoda, Mısır veya Suudi Arabistan, etik sorumlulukla hareket ederek Suriye’yi jeopolitik hedef haline gelmekten koruyabilir miydi?
Esad rejiminin çöküş sürecine kadar Suriye, Weber’in klasik devlet tanımına uydu. Ancak bu devlet Doğu tipi, yani despotik bir devlet karakteri taşımaktaydı. Yani başka deyişle, hükümdarın (despotun), aile, kabile ya da geleneksel bağlara dayandığı devlet şekli.
1963’ten itibaren Baas ideolojisiyle yönetilen Suriye, despotik bir devlet olarak karizmatik otoriteye dayalı bir yönetim sergiledi. Ayrıca, Hafız Esad’ın 1970 yılında “Düzeltici Hareket” adıyla bilinen kansız bir darbeyle iktidarı ele geçirdiğini ve bir yıl sonraki seçimle meşruluk kazandığını unutmamalı. Bu noktada Weber’in karizmatik otoriteye dair alt çıkarımlarını hatırlamakta fayda var:
Eğer (lider) uzun süre başarı göstermezse ve her şeyden önemlisi, eğer yönetimi altındakilere yarar sağlamıyorsa, karizmatik güç ortadan kalkar.
Saf bir karizmatik otoritenin istikrar içinde sürmesi imkansızdır. (Karizmanın sıradanlaşması) Ya gelenekselleşecek veya rasyonelleşecek ya da her ikisinin bir karmasına dönüşecektir.
Karizmatik normların, patrimonyal bir karizmatik temele dayalı geleneksel toplumsal statüyü belirleyen ölçülere dönüşmesi kolaydır. Soy/aile devleti olarak ifade edilebilecek bu durum, bir anlamda tüm çıkarların/güçlerin gelenekselleşmesidir.
Buna göre Hafız Esad ve 2000 yılında onun ölümü sonrası iktidarı devralan oğlu Beşar Esad, farklı kültürel ve dini kimliklerin bulunduğu Suriye’yi, rasyonel otoriteye dönüştürememiş ve modern bir bürokrasi aygıtı kuramamıştır. Ya da alternatif bir ifadeyle, mevcut bürokrasinin rasyonelleşemediğini ve soyun etrafında örgütlenen bir çıkar grubuna dönüştüğünü söylemek mümkündür. Toplumsal genel çıkarı ifade etmeyen bu durum, uzun vadede ülkeyi sadece baskı/şiddet sarmalına itmekle kalmamış, din ve mezhep savaşlarına sürüklemiştir.
Rasyonel bürokrasinin yokluğu, modern kapitalizmin gelişmesini engelleyen bir faktördür. Buna ek olarak, Doğu burjuvazisi despotik ya da ataerkil bir devlet tarafından iyiden iyiye baskı altına alınmıştı ve Batı’da var olduğu söylenen “özgür kentler” in tersine “idari kamplar”la sınırlanmışlardı.
Neticede, Suriye iç savaşıyla beraber derinleşen ekonomik krizi, hızla piyasa başarısızlığına dönüşerek farklı siyasi/ekonomik/dini güç odaklarının ortaya çıkışına zemin hazırladı. Dış güçlerin müdahalesine açık hale gelen Suriye’de, başta IŞİD olmak üzere, Özgür Suriye Ordusu (sonradan SMO), Hizbullah, Suriye Demokratik Güçleri (SDF), PYD/YPG, Al-Nusra (sonradan HTŞ) gibi çeşitli yerel/bölgesel güç odakları ortaya çıktı.
Bu güçlerin büyük çoğunluğu rejimi devirmek için 13 yıl boyunca aralıksız mücadele etti. Esad’ın genel politikalarında ciddi değişikliğe gitmemesi ve neticede uluslararası desteğini hızla kaybetmesi sonucu bürokrasi içten çöktü. Bu çöküş, milli ordunun herhangi bir direniş göstermeden geri çekilmesi/silah bırakmasıyla birleşince HTŞ birkaç gün içinde Halep’ten başlayarak Suriye’nin bütün büyük kentlerini ve en son başkent Şam’ı ele geçirdi.
Mevcut Durumun Weberci Analizi
HTŞ lideri Colani, başkentin ele geçirilmesinden sonra gerçek adı Ahmed eş-Şara’yı kullanmaya başladı ve geçiş hükümetinin de facto devlet başkanı gibi hareket ediyor. Kendisini bekleyen en önemli sınav, yeni Suriye devletinin ve yönetim şeklinin tanınması.
Ahmed eş-Şara, olağanüstü bir dönemde ülkenin yeni karizmatik lideri olarak ortaya çıktı ancak bunu karizmatik otorite olarak sürdürmesi gerekiyor. Böylesi bir otorite için yeni devlet inşa sürecini başarıyla tamamlaması gerekiyor.
Bu noktada eş-Şara’nın pragmatist bir kişiliğe sahip olduğuna ve koşullara göre hareket eden biri olduğuna şüphe yok. Nitekim, yakın zamanda HTŞ’nin tasfiye edileceğini söylemesi eski aklı/pratikleri devlet yönetiminde sürdürmek istemediğine dair önemli bir gösterge, ancak devletin rasyonelleşmesi için tek başına yeterli değil.
Eş-Şara’nın geçmişine bakıldığında İslami tonu yüksek bir devlet kurmak istediğini söylemek mümkün. Bu da Doğu despotizminde yeni bir aşamaya geçişi tetikleyebilir.
Eş-Şara her şeye rağmen Batı’yla ilişkileri önemsiyor. Geçmişte Batılı gazeteciler, medya temsilcileri, siyasetçiler ve diplomatlar ile samimi ilişkiler konusunda ciddi çaba sarfetti. Belki de bu konuda ciddi yol almış olabilir ama Batı’nın yardımı olmadan kesinlikle kazanamayacağı savaşı esas şimdi başlıyor: Ekonomi. Bir başka deyişle, Suriye’de ulusal ekonominin yeniden inşası ve kapitalist piyasa ilişkilerinin sürmesi kolay bir hikâye değil. Eş-Şara, bu anlamda kurumların rolünü tanımış olsa da başta din faktörü ve ülkenin güvenlik zafiyeti bunun önünde ciddi engel oluşturmakta. Bunu aşabildiği takdirde Batı sermayesinin hızla ülkeye akmasını sağlayabilir.
Neticede Suriye’yi konuşmak için henüz erken ama basit bir Weber okuması Suriye geçiş dönemini anlamak açısından son derece yararlı. Ya da madalyonun öteki yüzüyle kaos dönemini…
[1] Weber, C., & Lebow, R. N. (2017). Max Weber and International Relations. Cambridge University Press.
[2] Hobson, J. M. (2017). Decolonizing Weber: The Eurocentrism of Weber’s IR and historical sociology. In R. N. Lebow (Ed.), Max Weber and International Relations (pp. 235–256). Cambridge University Press.
[3] Weber, M. (2013). Bürokrasi ve Otorite (H.Bahadır Akın, Çev.). Adres Yayınları.