Klasik bir pazar günü, babamın benden film tavsiyesi istemesi üzerine ona ne zamandır aklımda olan Sarajevo filmini (2014) önerdim ve ardından bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yıl dönümü anısına çekilen ve Avusturyalı yönetmen Andreas Procheska imzalı film, tahmin edeceğiniz üzere, savaşın başlamasına neden olan Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand suikastını konu alıyor.
Filmin ana karakteri ise yargıç Leo Pfeffer…
Pfeffer, film boyunca tüm titizliğiyle olayı aydınlatmaya çalışırken, suikastın arka planında, Alman emperyalizmini temsil eden güç odakları ve onların çıkarlarının olduğunu kısa süre içinde fark ediyor.
Kim peki bu güç odakları?
Dönemin büyük şirketleri ThyssenKrupp, Henschel & Son ve Philipp Holzmann…
Burada ayrı bir parantez açmak gerek. Sırasıyla demir-çelik, ulaşım ve inşaat sektöründe faaliyet gösteren bu şirketler, Alman imparatoru II. Wilhelm’in yanında saf tutarak, onları daha da zenginleştirecek olan Berlin-Bağdat Demiryolu hattının tamamlanması için olağanüstü çaba sarf etti.
Wilhelm’in amacı ise netti: Almanya’yı kısa süre içinde emperyal güç (Weltpolitik) haline getirmek.
Bu bakımdan Bağdat demiryolu hattı, Almanya’nın Avrupa’dan Basra Körfezi’ne kadar ulaşmasını sağlayarak İngiliz deniz yollarına alternatif bir kara yolu yaratacak, böylece uluslararası ticarette İngiliz hegemonyası kırılacaktı.
Fakat en önemlisi, Almanya bu büyük proje sayesinde Ortadoğu petrollerine erişim sağlayacak ve uzun vadede Osmanlı ekonomisi Almanya’ya entegre olacaktı.
Takvimler 1914 yılını gösterdiğinde, Bağdat Demiryolu hattı güzergahında oluşturulan ekonomik zincir, Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan Krallığı ve Osmanlı İmparatorluğu’nu birbirine bağlamış, ancak zincirin tek halkası eksik kalmıştı: Sırbistan.
Sonrası malum…
Gavrilo Princip tarafından gerçekleştirilen suikast, Sırp devletinin organize işi olarak gösterildi ve Avusturya-Macaristan bunu bahane ederek hızla Sırbistan’ı işgal etti… Ardından devletlerin karşılıklı savaş ilanları…Böylece Birinci Dünya Savaşı başladı.
Filme geri dönelim…
Yargıç Pfeffer, bütün bu olup bitenleri fark ettiğinde konunun “bireysel adalet arayışının” çok ötesinde olduğunu görür.
Zira, görünürde suçluların adalete teslim edilmesini isteyen Viyana yönetimi, aslında soruşturma sürecini değil neticeyi önemsemektedir.
Yani esas mesele, en nihayetinde Pfeffer’in atacağı bir imzadır…
Düzmece bir soruşturma raporuna atılması istenen söz konusu imza, Sırbistan’ı uluslararası hukuk bakımından suçlu konumuna düşürecek ve böylece savaş lordları için gerekli bahane yaratılmış olacaktır.
Soruşturmayı derinleştirmek istediği esnada Pfeffer, asker ve siyasetçilerin baskıları arasında kendini giderek kuşatılmış hisseder ve sonunda raporu çaresizce imzalar.
Nedeni ise basit ama can yakıcıdır…
Nitekim, soruşturma boyunca muhatap olduğu tüm amirleri ve siyasiler ona bir şeyi sürekli hatırlatmaktadır: Dr. Leo Pffeffer Yahudi’dir, dolayısıyla gerçeğin herhangi bir önemi yoktur.…
Özetle, Sarejevo filminde adalet arayışı sürekli bir engelle karşılaşır. Film boyunca yaşananlar, bir devletin kendi çıkarları uğruna gerçeği nasıl gizleyebileceğini ve adaleti nasıl yok edebileceğini göstermek açısından çarpıcı bir örnektir…
Filmi babama tavsiye ettikten sonra bir müddet üzerine düşündüm.
İlginç bir şekilde, film gösterime girmeden 1 yıl önce, Çin devlet başkanı Xi Xinping, “Bir Kuşak Bir Yol” (One Belt One Road-OBOR) adlı büyük projesini açıkladı.
65 ülkeyi kapsayan OBOR’un en bilinen hedefi, tarihi İpek Yolu’nu yeniden canlandırmak.
Ama projenin başka bir tarihsel hedefinin daha olduğunu söylemek mümkün…
Görünen o ki, Xi Xinping, tıpkı geçtiğimiz yüzyılın başında II. Wilhelm’in Almanya için düşündüğü küresel yol haritasını Çin’e uyarlamak hususunda son derece kararlı.
Ancak bazı temel farklarla…
Öncelikle Wilhelm’in Avrupa’dan Ortadoğu’ya uzanan demiryolu ağının yönünü, Xinping günümüzde Asya’dan Avrupa’ya uzanacak şekilde tam tersine çevirmiş durumda.
Ayrıca OBOR, başta Asya olmak üzere, daha büyük coğrafi alanların ekonomik ve siyasi entegrasyonunu kapsıyor.
Daha da önemlisi, Wilhelm dönemine kıyasla Xi Xinping, deniz ticaret yolları hakimiyetine yönelik son derece stratejik adımlar atıyor.
İronik bir şekilde, Wilhelm de deniz hakimiyetine önem veren bir stratejik vizyona sahipti. Hatta sadece bu nedenden ötürü, Almanya’nın birliğini sağlayan ve Alman İmparatorluğu’nun ilk şansölyesi olan Otto von Bismarck ile anlaşamadı ve yollarını ayırdı.
Neticede Wilhelm, İngiltere ile girdiği donanma yarışında istediği başarıyı elde edemedi ve yenildi. Ancak Wilhelm’in aksine, Xinping, günümüzde en büyük küresel rakibi ABD’ye karşı donanma yarışında önemli bir mesafe kat etti.
Yani Çin donanması, tonaj ve teknoloji bakımından tam olmasa bile, sayı açısından Amerikan donanmasını yakalamış durumda.
Askeri üs bakımından ise ABD neredeyse rakipsiz durumda. Yani Çin’in bu alanda varlığı yok denecek kadar az…
Ancak Çin, her şeye rağmen Wilhelm Almanya’sının yüzyıl önce yaptığı hataları tekrarlayarak bir donanma yarışına sürüklenmek istemiyor.
İşte tam da bu noktada, Çin farklı ama akılcı bir modeli hayata geçiriyor: Dünyanın ilk kapitalist devleti sayılan Venedik’in Akdeniz dünyasında 18.yüzyıla kadar başarılı bir şekilde uyguladığı ticari koloniler modeli.
Bu modeli günümüze uyarlayan Çin, dünyanın dört bir yanında yeni liman şehirleri oluşturuyor ya da stratejik açıdan önemli limanlara yatırım yapıyor.
Afrika’nın kritik bir öneme sahip olduğu bu modelde; Çin, Afrika ülkeleriyle eşit ve ortaklık ilişkisine dayanan politikalar izleyerek Batının sömürgeci geçmişine ve Amerikan hegemonyasına açıktan meydan okuyor.
Sözün özü, Çin’in ekonomik ve siyasi açıdan karlı çıktığı bu adımlar, sadece küresel ekonomi ve siyasetin dengelerini değiştirmekle kalmıyor, aynı zamanda emperyal güç mücadelesini de tarih sahnesine yeniden davet ediyor.
Donald Trump’un yeniden ABD Başkanı seçilmesiyle, dünya kamuoyu bu konuyu enine boyuna tartışırken; Ukrayna ve Doğu Avrupa’da yaşanan son gelişmeler iki büyük güç arasındaki mücadelenin yeni bir Sarajevo’su olmaya doğru hızla ilerliyor…
KAYNAK: RUHİSU CAN AL