Merhaba ben Cansu Koç. Avukatım, bekarım ve 2 kız çocuğu annesiyim. Her kadın, hayatı boyunca mutlaka bir şiddet türüne maruz kalmıştır ve her anne ise çocuğunun da bunu yaşamaması adına elinden geldiğince her türlü adımı atmaya hazırdır. Ben de bir avukat olarak, hem maddi manevi hem de mesleki olarak bu konuda her daim kendimi geliştirmekte ve elimden geldiğince çevreme faydalı olmaya çalışmaktayım.
Bildiğimiz üzere şiddet tek bir türlü olmadığı gibi tek bir öznesi de yoktur. Yani kadının kadına yaptığı da bir şiddet olabilir. Ancak bugün; bu şiddetin öznesine erkeği koyup, erkeğin kadına ve çocuğa olan şiddetini irdelemek istiyorum. Görüleceği üzere bu durum yani erkeğin kadına ve çocuğa olan şiddetin hiç bir türlüsü, eşitler arası yapılan bir mücadele değildir. Kadına ve çocuklara yönelik şiddet, Türkiye'de uzun süredir gündemden düşmeyen, vicdanları yaralayan bir gerçek. Pek çok olay, yalnızca bir isim ya da istatistik değil, aynı zamanda hepimizin ortak yaşanmışını simgeliyor. Türkiye'de 2023 ve 2024 yılı boyunca öldürülen kadın ve çocuk sayısı oldukça yüksek, ve bunlar sadece basına yansıyan bizim duyabildiğimiz vakalar. Mesela Emine Bulut'un "Ölmek istemiyorum" çığlığı, hepimizin anılarına kazındı. Esra Yıldız, Gizem Karaca, Şule Çet ve daha nicesi…
Bir de savunma mekanizması henüz güçlenmeyen, kötülük nedir bilmeyen çocuklarımız ve bebeklerimize yapılan şiddet ve saldırılar… Unutmayın Narin en korunaklı olması gereken evinde ölümü karar verilip infaz edilirken nasıl bir yaşam mücadelesi verdi? Unutmayın bu ülke gündemi daha yeni ‘’yeni doğan çetesi’’ başlığı altında yeni doğan bebeklerin para uğruna nasıl katledildiğine şahit oldu. Kanımız dondu! Bu isimler artık bizim sessiz çığlıklarımız olmaktan çıktı.
Cinayetlerin bir kısmı "kıskançlık", ‘’para’’, "namus" veya "tartışma" gibi gerekçelerle işlense de, esas sorun toplumsal yapımızda ve eğitimde gizli.
Son yıllarda kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet vakalarının arttığı görülüyor. Her gün gazete manşetlerinde, televizyon haberlerinde ortaya çıkan acı olaylar, toplumsal derin bir sorun olarak karşımızda duruyor. Öldürülen, yaralanan, tehdit edilen veya hakları gasp edilen kadın ve insanların hikâyeleri, hepimizin vicdanında birer yara. Bu acılar sadece bireysel olarak değil; toplumun bireylerinin, kadınların öldürülmesinin önüne geçememe ve insanların korunmalarının sağlanamaması açısından büyük tehlike.
Kadına yönelik şiddet vakaları üzerine yapılan incelemelerde, olayların çoğu aile içi sorunlardan, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden, ekonomik baskılardan veya boşanma süreçlerinden kaynaklandığı gösteriliyor. Buna kısaca buhranda diyebiliriz. Buhranında sosyal ve ekonomik gibi bir çok türü olduğu bilinen bir gerçek. Ancak sebepler ne olursa olsun; bu cinayetlerin önlenebilir olduğu da bir gerçek.
Şiddet, yukarıda bir çok sebep sıralamış olsamda genellikle toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin bir ürünü olarak ortaya çıkar. Bu nedenle ilk eğitimin başladığı yer olan evimizden okulumuza kadar eğitimin her aşamasında çocuklara; kadın ve erkek eşitliği, sevgi ve saygı gibi değerler aşılanmalı. Özellikle erkek çocuklarına; kadınlara saygı duymayı, empatiyi geliştirmeyi öğretilmeliyiz. Ama bu eğitimin sadece okullarda değil, ailede ve sosyal çevrede de desteklenmesi gerektiği bir gerçek.
Bunun yanında yasal düzenlemeler ve caydırıcı cezaların artmasının gerekliliğini, Kadın Sığınma Evleri ve Psikososyal Desteğin, Toplumun Desteği ve Sessiz Kalmanın Önlenmesinin ve Medyanın Rolü ve Sorumluluğunun büyük önem arz ettiğini düşünüyorum. Ancak bu, yalnızca yönetimsel veya sivil toplumların tek başına başarabileceği bir süreç değil. Bu konuda hepimiz elimizden geleni yapmak zorundayız.
Kadın cinayetleri ve şiddet olayları Türkiye'de uzun süredir çözülemeyen toplumsal bir yara olarak varlığını sürdürüyor. Kadınlar ve çocuklar, kendilerini güvende hissettikleri, eşit ve özgür bir toplum yaşama hakkına sahip.
Bu şekilde, onların sessiz çığlıklarına kulak vermek, adaletin yerini bulmasını sağlamak, toplum olarak bizlerin en temel görevidir.
Herşey bir tokatla başlar!
İstanbul Sözleşmesi ve 6284 Sayılı Kanun üzerine derin bir düşünmeye davet eden bu yazımda, toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadına yönelik şiddetle mücadelede kritik bir dönüm noktasına odaklanmakta fayda var. 2009'da yaşanan trajik kadın cinayeti, Türkiye’nin kendisine defalarca başvurmasına rağmen koruyamadığı için bir kadının ölümüne sebep olması, bu konudaki yetersizliklerini gün yüzüne çıkardı ve Anayasa Mahkemesi ülkemize çok ciddi bir ceza verdi. Bu ceza, diğer ülkeler nezdinde toplumumuzun itibarını zedeledi. İşte, bu olayların ardından 2011’de Avrupa Birliği tarafından kaleme alınan İstanbul Sözleşmesi, en önce Türkiye Cumhuriyeti’nin imza atmasıyla hayata geçirildi. İstanbul sözleşmesi’nin iç hukuk sistemimize uyarlayabilmek için 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Kanunu oluşturuldu.
Bu durum, bir yandan İslam coğrafyasında kadına yönelik şiddetin yalnızca fiziksel bir kavram olmadığını, aynı zamanda psikolojik, ekonomik ve sosyal şiddetin de varlığını kabul etmemiz gerektiğini ortaya koydu.
Aslında 2024’te kadın cinayetlerin değil kadınların iş dünyasındaki konumlarını konuşuyor olmalıydık. Erkeklerin iktidar hırsı, 6284 sayılı kanunun daha kullanılmaya başlanamadan kaldırılmaya çalışılması, yaşam hakkı, her kadının şiddetin bir türüne maruz kalması, kadına ve hayvana saygı, 1987 yılında ülkemizde mevcut bir aile mahkemesi hakiminin‘’şiddeti’’ boşanma sebeplerinden saymaması gibi sebepler toplumuzun sorunlarından bir kısmıdır.
Kadına şiddet, ne yazık ki sadece fiziksel bir olgu değildir. Her kadının bir şiddet türüne maruz kalma olasılığı, toplumdaki toplumsal normlarla doğrudan ilişkilidir. Aile birliğinin sürdürülmesi adına kadına uygulanan baskılar, zaman zaman onun özgürlüğünü ve yaşam haklarını tehdit etmektedir. Bu yerleşmiş anlayış, birçok erkeğin, kadınlara yönelik şiddeti normalleştirmesine ve bunun sonucunda da bu tür eylemlerin artmasına zemin hazırlamaktadır.
Şiddetin kaynaklarını anlamak, bu sorunlarla başa çıkmanın temel anahtarlarından biridir. Özellikle erkekler başta olmak üzere, şiddet faillerinin rehabilitasyon süreci kaçınılmaz bir gerekliliktir. Toplum, yalnızca kadınların değil, aynı zamanda bu tür davranışları sergileyen bireylerin de tedavi edilmesi gerektiğini anlamalıdır. Toplumumuzda bu konularda farkındalık yaratacak eğitim programları ve danışmanlık hizmetleri geliştirilmelidir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği sorunu toplumsal halk sağlığına sebep oluyor, erkekler rehabilite edilmiyor.
İstanbul Sözleşmesi'nin gerçeğini tam olarak burada kavrıyoruz. Türkiye, kadınlara karşı şiddeti önlemek için 2011 yılında sözleşmeyi imzalayarak bir adım atmıştı. Ancak bu anlaşmadan 2021 yılında çekildi. Sözleşmenin iptaliyle kadınlar ve çocuklar için yeniden tehlike arttı. Halbuki bu sözleşmenin iptalinin aksine her bireyin çocuk yaştan itibaren bu gibi sosyal konuda eğitim görmesi elzemdi. Çünkü eğitim, toplumsal normların yeniden şekillendirilmesi için en etkili araçlardan biridir.
Sonuç olarak, İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmekle, 6284 sayılı kanunun geçerliliğinin sona ermeyeceği bir gerçek. Ancak, bu yasal çerçeve ve verilen mücadeleler, kadına yönelik şiddeti önlemede yetersiz kalmaya devam ediyor. İstanbul Sözleşmesi'nin yeniden devreye alınması, bu mücadeleye olan inancı ve kararlılığı pekiştirecek ve bugün şiddetin öznesi olarak irdelediğimiz erkek bireylerinde kadına karşı suç işlemeye olan cesaretinin önüne geçecektir. Kadın cinayetlerinin önlenmesi ve yaşanan şiddetin durdurulması adına bu sözleşme, acil bir şekilde etkinleştirilmelidir. Unutulmamalıdır ki, karanlıktan kurtulmanın tek yolu, aydınlığa olan inançla ilerl emektir. Bu da bir takım kuralların kararlılıkla uygulanmaya devam etmesinden geçmektedir.
Bazı erkeklerin şiddeti aileden gelmektedir